New York, New York

New York, uzun zamandır görmek ve keşfetmek istediğim bir şehirdi; nihayet Nisan ayında, Can ve Orçun ile birlikte bu hayali gerçeğe dönüştürdüm. Böyle heyecan duyduğum yerlere giderken genellikle her detayı önceden planlar, seyahate hazırlıklı olmayı tercih ederim. Ancak bu kez her şey farklıydı; yolculuğa yalnızca birkaç gün kala karar verdik ve uçuş ile otel rezervasyonunu son anda ayarladık. Bu beklenmedik gelişme, heyecanımı daha da artırdı. Üstelik ilk kez jetlag deneyimleyecek ve bunu oğlumla paylaşacaktım.

Neyse ki uçuş oldukça keyifli geçti; film izledik, sohbet ettik ve yolun nasıl bittiğini anlamadık bile. Fakat vardığımızda jetlag kendini sağlam bir şekilde hissettirdi. İlk birkaç gün uyku düzenimiz epey şaştı, ama en hafif atlatan kesinlikle Can oldu diyebilirim.

Bu seyahat, benim için hayatın tam kalbinde bir yolculuk gibiydi. Bir yandan tanıdık bir hikâyenin içinde gibiyken, diğer yandan yeni bir dünyanın kapıları aralanıyordu.

Yaşadığım şehre duyduğum sevgiyi herkes bilir, fakat burada hissettiğim hareket ve canlılık bambaşka bir iz bıraktı. Tıpkı yirmili yaşlarımda Londra’da hissettiğim gibi… “Burada hayat var!” dedirten bir enerjiydi bu. İstanbul, Londra ve şimdi de New York—her biri hayatımda özel bir yer edindi.

Seyahatimi yazarken de New York’un benim için kalbi dediğim yerden başlayamak istiyorum. Central Park! Burası adeta şehrin kaosunun ortasında bir doğa mucizesi diyebilirim. Gökdelenlerden yalnızca birkaç adım uzakta, kuş cıvıltıları eşliğinde yürüyebileceğiniz ya da göl kenarında huzur bulabileceğiniz tam bir şehirden kaçış mekanı. En güzel yanı şehrin tam göbeğinde olması. Orada dolaşırken, iş günlerinde öğle molalarında çimenlere yayılıp gökyüzünü izleyerek dinlendiğimi hayal ettim. Ve sonra İstanbul’da neden böyle bir şey yapamadığımı sorguladım. Ofisime yakın bir botanik bahçesi de var halbuki. Benzer deneyimi yaşamak için bizi engelleyen şey nedir diye düşündüğümde, kendime verdiğim yanıt: bir kültür meselesi olduğu. Belki de bu kültürü değiştirmek bizim elimizde, öyle değil mi?

İkinci sırada (birinci ile de sağlam kapışır), şehrin gerçek enerjisini hissettiğim Manhattan geliyor. Her bölgesi ayrı bir dünya: Financial District ve Wall Street düzenli ve disiplinli; SoHo, zarif restoranları ve sanat galerileriyle farklı bir estetik; West Village ise samimi atmosferiyle başka bir huzur sunuyor adeta.

West Village’ta, küçük bir kafede kahvemizi yudumlarken kendimizi adeta bir amerikan filminin içinde hissettirdi. SoHo’da, bir çift arkadaş ile uzun uzun yemek yiyip sohbet ettik; ardından ara sokaklarda kaybolarak yedigim en lezzetli dondurmalardan birisini yedik. Yalnız bir an vardı ki akıllara kazındı, şehrin göbeğinde yemyeşil bir parkta dolaşırken Can’in devasa bir fareyle karşılaşıp gözlerini kocaman açarak şaşkınlık içinde bize dönmesi ise unutulmaz anlardan biri oldu. New York’un bu farklı yüzleri, her anında bizi başka bir hikâyenin içine çekti.

Manhattan’da ulaşım oldukça kolay; metro sistemi oldukça aktif kullanılıyor ve şehri keşfetmenin en pratik yollarından biri denilebilir. Ancak metro yolculukları bazen sizi, şehrin başka bir yüzüyle de tanıştırıyor. Kendi dünyasına ısrarla davet eden yolcular, New York’un görkeminin yanında barındırdığı zorlukları da hatırlatıyor insana. Bu anlardan birinde, Can da beklenmedik bir diyaloğun içine çekildi ve bambaşka bir deneyim yaşadı. Onun gözünden nasıl bir histi, ne düşündü tam bilemem ama şaşkınlığı ve merakı yüzünden okunuyordu.

West Village, Manhattan’da kahve molası☕️

Manhattan’da kalmanın bir diğer etkileyici yanı, şehrin yukarıdan görünüşüydü. Kaldığımız otelden baktığımızda, New York’un hiç sönmeyen ışıklarıyla sürekli canlı kalan o karmaşık düzeni izlemek unutulmazdı.

Ve Brooklyn… Burası bambaşka bir hikâye. Sokaklarında yürürken kendimi izlediğim filmlerin içinde gibi hissettim. O nostaljik merdivenli evler, her an bir Sweet November sahnesi yaşanacakmış hissi veriyordu. Hava o gün çok zorluydu; sokaklarında ucunza gezinemedik. Ancak soğuk ve sert rüzgar adeta şehrin dokusunu daha da belirgin hale getiriyordu. Ama vazgeçmedik ve Brooklyn Köprüsü’nden yürüyerek geçtik Manhattan tarafına. Köprüden geçerken rüzgar yüzümüze çarptıkça sanki havalanacakmışız gibiydik… New York’a dair hafızama kazınan anlardan biridir bu da.

Daha sakin bir durak aradığımızda ise New Jersey, New York’un kaotik enerjisine tezat bir huzur sundu bize. İstanbul’daki mahalleme benzer bir dinginlik vardı burada. Gürültüden uzaklaşıp sakinleşmek isteyenler için ideal bir kaçış noktası.

New York’un en büyüleyici yanı, her köşesinde bambaşka bir deneyim sunması. Dünya Ticaret Merkezi’ne çıkarken her adımda hissedilen o müthiş kurgulanmış deneyim, Apple Store’da Vision Pro’yu denerken teknolojinin sınırlarını zorlayan dünyası, Özgürlük Heykeli’ni ziyaret ederken bireysel dokunuşlarla hissettirdiği duygular… Bir yerde geleceği deneyimlerken, bir adım sonra geçmişin izlerini takip ediyor, şehrin sunduğu çokça katman arasında kayboluyorsunuz. İstanbul’a en çok benzettiğim yönlerinden birisi buydu sanırım.

Dünya Ticaret Merkezi’nin tepesinden gördüğüm manzara mı, yoksa Boğaz’ın büyüleyici silüeti mi derseniz, benim için cevap her zaman Boğaziçi olur. Ancak New York’un asıl büyüsü, sahip olduklarından çok sunduğu deneyimlerde saklı. Burada her an bir keşif, her köşe yeni bir hikâye…Sonuç olarak, New York’un büyüsüne kapıldım mı? Hem de nasıl!

Times Square, Manhattan

Can’ın otele girişi 🤓

Roof Top, Manhattan

Yıllar sonra lise arkadaşım ile znew York’a yakın bir çiftlikte buluştuk vesileyle

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir