‘Kendini Sevmek’

Aradığınız şefkat dolu “Kendini sev!” yazısı bu olmayabilir. Ben, belki de alıştığınızdan daha derin ve daha meydan okuyan bir davetle geliyorum. Çünkü insanın kendisiyle olan ilişkisi her zaman yumuşak bir zeminde ilerlemez; çoğu zaman konfor alanının dışına çıkmayı, bazı içsel yüzleşmeleri göze almayı gerektirir.

Dün LinkedIn’de, Zülfü Livaneli’nin bir videosuyla birlikte paylaşılmış bir yazıya denk geldim. “Kendini sev” çağrısıyla başlayan, insanı durup düşünmeye davet eden bir içerikti bu. O an fark ettim; bu ifade, son yıllarda hem gündelik sohbetlerde hem de koçluk süreçlerinde giderek daha çok yer kaplamaya başladı. Ve zamanla, özünden uzaklaşıp, içi hızla dolup boşalan bir çağrıya da dönüşebiliyor.

Birçoğumuzun aşina olduğu gibi, koçluk eğitimlerinde özbenlik kavramıyla başlayan bir süreç vardır. Bu yaklaşım, ilk etapta kişinin kendine dönmesini kolaylaştırır. Ancak bu yönelimin nasıl bir niyetle başladığı ve hangi içsel malzemeyle şekillendiği, ulaşılan yerin anlamını da belirler. Gerçekten kendimizi mi duyuyoruz, yoksa dış dünyanın bize söylediklerini mi kendimize tekrar ediyoruz? “Kendini sevmek” bazen içsel bir irade değil, dışsal bir dayatmanın yeni formu olabiliyor.

“Kendini sev, kendini şımart” söylemi kulağa hoş gelir. Hele ki yıllarca kendi ihtiyaçlarını sessizce ertelemiş, başkalarının önceliklerini kendi yolunun önüne koymuş olanlarımız için… Bu çağrı, uzun zamandır beklenen bir izin gibi hissettirebilir. “Biraz da ben desem, bencil mi olurum?” sorusuna uzanan içli bir şefkat gibidir. Ne var ki, her şefkat çağrısı derinlik taşımaz; her iyi niyetli yönlendirme de kişiyi doğruya çıkarmaz.

Bizim toplumumuzda kişinin kendine verdiği değer, çoğu zaman çaba üzerinden okunur. Sevgi; emekle, sabırla, özdenetimle anlam kazanır. Kendini sevmek yalnızca içini rahatlatmak değil, bazen kendine küçük bir mücadeleyi hatırlatmaktır. Dinginlik kadar irade, nezaket kadar sınır koymak da bu sevginin içindedir. Kimi zaman da sessiz bir kararlılıktır bu: güne erken kalkmak, verdiğin sözü coşkusuzken de tutmak ya da zor da olsa bir kararın arkasında durabilmek.

Tüm bunlar, kendine gösterdiğin değerin sessiz biçimleridir. Çünkü kendini sevmek, “Ben neysem oyum” diyerek her hali sorgusuzca onaylamak değil; “Ben kimim ve kim olmak istiyorum?” sorusunu dürüstçe kendine yöneltebilmektir. Ve o sorunun cevabıyla yaşamayı göze almaktır.

Kendini sevmek yalnızca kendine nazik davranmak değildir. Bazen kendinle açık konuşmak, bazen net sınırlar koymak, bazen de rahatsız edici sorulara göz kırpmaktır. Şımartmak da vardır içinde ama merkeze oturmaz. Kendine iyi bakmak kadar, kendini tanımak da vardır. Ve bazen de kendini susturmak değil, gerçekten duymaktır mesele.

Denge dediğimiz şey, ne kendimizi yok saymak, ne de dünyanın merkezinde olduğumuzu sanmak. Denge, eşit zamanlara bölünmüş bir yaşam düzeni ya da kusursuz kararlar bütünü değil. Denge, içtenlikle kurulmuş bir bakış açısıdır. Ve insan, kendine oradan baktığında, etrafına da daha sahici bir sevgiyle yaklaşabiliyor. Belki de asıl mesele bu, kendimize dostça ama sahici bir yerden yaklaşmayı öğrenmek. Ve bu sayede kendimizle ve dünyayla da barış içinde bir ilişki kurabilmek.

Bu yazıyı belki de en çok kendime bir hatırlatma olarak bırakıyorum. Dış seslerin yükseldiği zamanlarda, iç sesimi kaybetmemek için…

“Eğer irade, oğlum hâlâ uykudayken sabahın erken saatinde kalkmaksa…

Eğer şımartmak, kahvemi demleyip kuş sesleri eşliğinde düşüncelerimi toparlamaksa…

İşte bu yazı, tam da böyle bir sabahın sessizliğinde kendimi sevdigim icin kaleme alındı.” ☺️

İyi Pazarlar🌿

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir